November 30, 2005

The Hand of Man

The Hand of Man, Alfred Stieglitz, 1902

November 28, 2005

interpretation

We need to interpret interpretations more than to interpret things.
(Montaigne)

November 24, 2005

Midas'ın kulakları, eşşek kulakları!

"Life in this society being, at best, an utter bore and no aspect of society being at all relevant to women, there remains to civic-minded, responsible, thrill-seeking females only to overthrow the government, eliminate the money system, institute complete automation and destroy the male sex.

It is now technically feasible to reproduce without the aid of males (or, for that matter, females) and to produce only females. We must begin immediately to do so. Retaining the mail has not even the dubious purpose of reproduction. The male is a biological accident: the Y (male) gene is an incomplete X (female) gene, that is, it has an incomplete set of chromosomes. In other words, the male is an incomplete female, a walking abortion, aborted at the gene stage. To be male is to be deficient, emotionally limited; maleness is a deficiency disease and males are emotional cripples.


The male is completely egocentric, trapped inside himself, incapable of empathizing or identifying with others, or love, friendship, affection of tenderness. He is a completely isolated unit, incapable of rapport with anyone. His responses are entirely visceral, not cerebral; his intelligence is a mere tool in the services of his drives and needs; he is incapable of mental passion, mental interaction; he can't relate to anything other than his own physical sensations. He is a half-dead, unresponsive lump, incapable of giving or receiving pleasure or happiness; consequently, he is at best an utter bore, an inoffensive blob, since only those capable of absorption in others can be charming. He is trapped in a twilight zone halfway between humans and apes, and is far worse off than the apes because, unlike the apes, he is capable of a large array of negative feelings -- hate, jealousy, contempt, disgust, guilt, shame, doubt -- and moreover, he is aware of what he is and what he isn't."

from S.C.U.M. Manifesto, by Valerie Solanas.

November 14, 2005

something

"nothing has really happened until it is described."

Yet ...
"something interesting happens everyday."
Virginia Woolf, from her diary.

birleşmeyen küçük yazı parçacıkları
başlangıçta soru vardı; başlangıçta suyun olması gibi, herşeyin kaynağının su olması gibi. ateş de vardı, başlangıçta söz de vardı. ama sözden önce soru vardı. o yüzden soruyu yanına almalı insan, üstünde taşımalı. mesela küçük bir kağıda yazmalı, cebine koymalı. arada çıkarıp bakmalı, yeniden başa dönmeli. olmadık, umulmadık bir anda buluvermeli cebinde, okuyunca anımsamalı. mesela şöyle bir şey olmalı:
kaçış mı, yöneliş mi?
geliş mi, varış mı?
olmasa da olmamalı, olmalı.




November 12, 2005

street haiku

blind silence before dawn
a black cat in quietude
crosses the street


* * *

dizzy street lights, rushing posts
the road converge and tear
under the wheel

sis

foggy blue

November 11, 2005

let's play dead

cursed to sing forever
forever is a big word
cursed to sing until the end
the end of the game
which game?
I don’t know the name
I don’t know the rules
I don’t know the moves
I don’t know if there is ever a winner

November 10, 2005

Sıradan günlerin sonuncusu

O sabah uyandığında gözlerini daha tam açmadan yataktan atlayıp pencereye koştu ve camı açıp kuru soğuk havayı ciğerlerine çekti. Uzun zamandır ilk defa uyandığına lanetler okumuyordu, uçucu sarıcı leylak düşlerden bu dünyaya fırlatılmış gibi hissetmiyordu. Bu sabah uyandığında ne istediğini biliyordu: hayatında radikal bir değişik yapacaktı, ve bunu hemen yapacaktı. Evet, evet! Hemen! Kararını vermişti.

En yakın hastanedeki en kıdemli doktordan randevu aldığı telefon almacını yerine bıraktığında hayatında yepyeni bir sayfa açtığını, bu temiz başlangıcın ise pek çok heyecana gebe olduğunu duyumsadı derinlerden. En yeni kıyafetlerini giyip sokağa çıktı ve son kere sıradan bir insanın gözleriyle kelleşmekte olan ağaçlara, yoldan geçen arabalara, işlerine koşturmakta olan insanlara baktı. Birden etrafındaki hareketler hızlandı, otobüsler hızla durağa yanaşıyor, yolcularının bir kısmını boşaltırken yenilerini yüklenip aynı hızla duraktan uzaklaşıyorlardı. Her şey hızlanmıştı, insanlar da hızlanmıştı; kaldırımda, yaya geçidinde ardlarında çizgiler bırakacak kadar hızlı yer değiştiriyorlardı. Meydanda birbirlerine karışıyorlar, ışıklarda bir an durup sonra hızla karşı kaldırıma akıyorlardı. Aralarından birine gözünü dikip izlemeyi denedi, beyaz mantolu bir kadındı bu, sol omzunda gülkurusu rengi sentetik bir çanta asılıydı. Büfelerin önünden hızla kayarak kaldırım kenarında durdu, yanan yeşil ışık ile birlikte aralarına karıştığı diğer insanlarla karşıya geçti ve meydanın diğer tarafına doğru gözden kayboldu. Bu izleme sadece birkaç saniye sürdü. “İnsan hareketlerinin düzensizliği ne kadar şaşırtıcı” diye geçirdi aklından, yarattıkları düzensiz, birbirlerini kesen, kesişen izleri izlerken.

Bekleme salonuna vardığında etrafındaki hızdan başı dönmüş, nefesi kesilmiş, ter içinde kalmıştı. Sanki koltuklar da hareket edecekmiş gibi koltuğun omzuna eliyle dayandıktan sonra oturmaya cesaret edebildi. Etrafındaki oturanlara baktı, masada bilgisayar ekranın ardındaki hemşireye döndü, henüz kimse hareket etmiyordu, neyse ki. Çalan telefonu yanıtladı hemşire, “sözlerini anladığıma göre burası normal hızda.” diye geçirdi içinden. Koridora bakan kapılardan ortadaki açıldı ve hemşire adını seslenerek eliyle içeriye girmesini işaret etti. Dahiliyeci orta yaşlı, göbekli, pembe yanaklı bir adamdı. “En kıdemlisi buysa demek ki geri kalan doktorlar çok genç olsa gerek.” Derdini dinleyen babacan pembe yanaklı Dahiliyeci, yanlış doktordan randevu aldığını, konunun Dahiliyeyle yakından uzaktan ilgisi olmadığını söylerken gayet samimi bir ifadeyle gülümsüyordu, en iyisi Kardiyolojiye danışmalıymış.

Kardiyolog ise pek ciddi ve bilmiş görünmekle birlikte işini ciddiye alan gençten bir adamdı. Hastasını uzun uzun dinledikten ve karşısındaki hastadan şüphesi olmamakla birlikte odasına girmiş olan tüm hastalarına yaptığı standart muayeneyi bitirdikten sonra çenesini uzatarak: “Ama siz hasta değilsiniz. Görünürde hiçbir sorununuz yok ama şikayetleriniz varsa daha yakından incelemek için çeşitli testler yapabiliriz.” dedi. “Benim bir şikayetim yok zaten doktor Bey, ben yalnızca isteğimi söyledim size. Ben metafor olmak istiyorum. Sizden önce de Dahiliyeciye göründüm, O da size gelmemi söyledi. Durum budur, benim bir şikayetim yok doktor Bey.” Doktor sözlerinin bitmesini beklemeden kaşlarını çatmış, kafasını iki yana sallıyordu. “Olmaz, olmaz ama beyefendi, neden zamanımı boşa harcıyorsunuz şikayetiniz yoksa. Lütfen rica ederim, sizi kim yönlendirmişse hata yapmış, ne alakası var Kardiyolojiyle, kalbiniz sapasağlam, tansiyonunuz gayet normal. Başka herhangi bir şikayetiniz yoksa bir sonraki hastayı çağıracağım.” Hasta afallamıştı, “Ama, ama ben size hasta olarak gelmedim ki, … peki doktor Bey, kime görünmeliyim söylerseniz çok sevinirim.” Doktor yeni hastasını bir an önce içeriye almayı sağlamak üzere ayağa kalmış, aslında hasta olmayan bu sapasağlam adamın bir an önce odasından çıkması için bir kolunu adama doğru uzatarak kapıya yönelmişti. “Valla beyefendi, sizin talebiniz pek rastlanan bir durum değil, benim alanıma girmediğinden de gayet eminim. Olsa olsa nörolog yardımcı olabilir, madem Dahiliyeci Doktor arkadaş sizi bana yönlendirmiş, siz bir an önce bir nörologa görünün.” “Teşekkür ederim, kusura bakmayın Doktor Bey” deyip kendisini biraz önce köşedeki koltukta oturduğu bekleme salonuna attı.

Masanın ardındaki hemşire bu defa yüzüne uzun uzun bakarak çağırdı adını. Hasta bu üçüncü randevudan da sonuç alamazsa başka bir hastaneye gitmeye karar vermişti o sırada. Masasında bir önceki dosyaya notlar alan nörologun bir kadın olduğunu görünce canı sıkıldı biraz. Bir kadın ne anlar metafordan, metafor olmak istemekten acaba? Kadınlar akıllarından bile geçiremez böyle bir arzuyu, bırak ki anlasınlar. “Buyrun oturun lütfen.” dedi doktor başını kaldırmadan, muayene masasını göstererek. Adam gayet umutsuz, ama çıkıp gitmek için hemen bir özür bulmaktan aciz, basamağa basarak muayene masasına oturdu. Nörolog kalemi elinden bırakıp masasından kalktığında ise geldiğine pişman olmuştu. Hem de hamile bir kadın! Yaşamın kaynaklarına tüm kökleriyle bağlanmış bir varlık. Bu kadın nefes almaz ki, havayı solur, içine alır iştahla ve oksijenin tüm hücrelerine gittiğini hisseder. Ayaklarının ikisine birden basarak dengesini doğallıkla kurar, ağırlık noktasını çabucak bulur, sendelemez, tereddüt etmez. Ne nafile bir çaba, acaba hemen bir hastalık uydursa, uydurma şikayetlerini saysa mıydı arka arkaya. Hem biraz önce düştüğü küçük düşürücü durum sabahki cesaretini çoktan kırmıştı. “Buyrun, dinliyorum sizi. Şikayetiniz nedir?” Nörolog ayakta, adamın çaprazındaki masaya dayanmış, sakin gözlerle kendisine bakıyordu. Aklına uyduracak bir şikayet gelmeyen hasta gözlerini karşı duvardaki suluboya manzara resmine gözlerini dikip “Bir şikayetim yok. Nasıl söylesem bilemiyorum, yani sizden önce iki doktora daha göründüm, onlar da bir nörologa danışmamı söylediler. Benim bir şikayetim yok, daha doğrusu bir rahatsızlığım yok ama …” Nörolog sakinliğinde bir değişiklik olmaksızın aynı ses tonuyla “Buyrun, anlatın lütfen, dinliyorum.” diye cesaret verdi. Artık kaybedecek bir şeyi olmayan adam boğazını temizledikten sonra “Benim bir rahatsızlığım yok, yani bildiğim kadarıyla yok. Aslında yaşamımın geri kalanını bir metafor olarak sürdürmek istiyorum. Bu sabah karar verdim. Sizden istediğim de bu, başka bir şeyim de yok.” Kadın istifini bozmamıştı, bunu hayra mı yormalı hemen karar veremedi adam. Nörolog “Biraz erken değil mi?” diye sordu. “Efendim, anlayamadım?” “Yani sizce biraz erken değil mi bunun için?” “Neye göre erken anlayamadım. Hangi yaşa gelince olmalı bilemiyorum. Bunun bir sakınca olduğunu bilmiyordum.” “Yok öyle değil, yani, buna bu sabah karar verdiğinizi söylediniz. Kararınızı düşünmek için pek zamanınız olmamış. Bana gelmeniz erken olmuş demek istedim. Biliyorsunuz bu geriye dönüşü olmayan bir operasyon. Dolayısıyla çok iyi düşünülmeli.” “Geriye dönüşü olmadığını biliyorum, aslında bunu hiç düşünmedim çünkü kararımı verdim. Hayatımın geri kalanını bir metafor olarak sürdürmek istiyorum ve sizin de bana yardımcı olabileceğiniz umuyorum. Sizden önce de, dedim ya, iki doktora daha gittim ve Kardiyolog bunun pek alışılmadık bir durum olduğunu söyledi. Pek sık rastlanmasa da mümkün, değil mi?” “Elbette mümkün. Gayet de basit bir operasyonla gerçekleştiriyoruz. Yalnız zor olan operasyonun kendisi değil, sizin yeni halinize alışma süreciniz. Dolayısıyla bu operasyonu gerçekleştirmeden önce kararınızdan emin olmanız gerekiyor. Dediğim gibi geri dönüşü olmayan bir operasyon olduğundan bazı ön aşamaların üzerinden birlikte geçmemiz ve bu kararınızın kesinliğini değerlendirmemiz çok önemli. Ayrıca post-morfik travma dediğimiz atlatılması uzun ve sancılı bir travmaya girme olasılığı maalesef çok yüksek. Bunun için tüm önlemleri baştan, operasyon öncesinde almamız gerekiyor. Bunları sizi korkutmak için söylemiyorum, madem kararınızı almışsınız, riskleri de bilmeniz gerekir.” “Elbette, tabii ki.” “Şimdi sizi bir takım testlere sokacağım, sayıca çok değil, endişelenmeyin. Ama gayet ayrıntılı testler olacak, nasılsa acelemiz yok öyle değil mi? Ama önce şunu sorayım: Hangi metafor olmak istiyorsunuz?” “Efendim?” “Hangi metafor olmak istiyorsunuz? Yani yaşamınızın geri kalanını neyin metaforu olarak sürdürmek istiyorsunuz?” “Hmmm. Şimdi bu zor bir soru oldu. Buna hemen karar vermem gerekiyor mu?” “Maalesef. Operasyon temelde basit olmakla beraber, isteğinize göre bir takım küçük değişiklikler yapılıyor. Bunu belirleyen de sizin seçtiğiniz metafor oluyor. Örneğin güneş metaforu ile yıldız metaforu aynı bölgeye uygulanmakla birlikte birbirinden çok farklı operasyonlarla sağlanıyor. Bir metafor seçtiniz, öyle değil mi?” “Hayır maalesef henüz seçmedim. Aslında şimdi seçmem gerektiğini bilmiyordum. O yüzden tam anlamadım da, neden hemen sabitlemek gerekiyor? Varolanlar arasında bir seçim yapmak yerine ucu açık ve algılamaya dayalı bir metafor olmayı tercih ederdim. Şimdi böyle bir seçim yapmak çok zor geldi bana. Yani insanlar gelip de masa metaforu olmak istiyorum diye bir şey belirtmek zorundalar mı, örneğin?” “Masa pek iyi bir örnek olmadı galiba, yani kim sıradan bir nesnenin metaforu olmak ister ki? Öyle değil mi? Tabii, sizi yönlendirmek de istemem, belki de kafanızda gayet somut bir nesne vardır. Var mı?” “Hayır. Yani evet, masa örneği pek olmadı ama demek istediğim, örneğin, bilgi metaforu olmak istiyorum diyelim, buna şimdiden karar vermem biraz tuhaf geliyor bana. Neyin metaforu olduğumu başkalarının anlaması veya düşünmesi gerekmez mi? Baştan ‘ben bilgi metaforuyum’ demem metafor olmanın amacına aykırı gibi geliyor. Yanılıyor muyum acaba?” “Beyefendi testleri de bunun için yapıyoruz zaten. Neyin metaforu olmaya yatkın olduğunuzu ortaya çıkarıyor ve kararınız kolaylaştırmak, tabii operasyonun başarı oranını arttırmak için size bir takım seçenekler sunuyoruz. Testlerden önce bunu size sormamın nedeni, kafanızda belirlediğiniz bir metafor olup olmadığını öğrenmek istedim. Kimi zaman insanlar bünyelerinin kolay kaldırmayacağı ve dolayısıyla normalden çok daha riskli olan metaforlara karar vermiş oluyorlar. Oysa sizin böyle bir durumunuz yok anladığım kadarıyla. Ki bu da işimizi gayet kolaylaştırıyor aslına bakarsanız. Testleri olursunuz ve karşımıza bir liste çıkar, başarı oranı en yüksek olanları gözden geçirir, elbette uygulama olasılığı hepsinde aynı oranda çıkmayacaktır, başarı oranlarını da dikkate alarak bir seçim yaparsınız. Genelde izlediğimiz yöntem de budur. En sağlıklı sonucu da bu şekilde elde ediyoruz. Tereddüt yaşamanız gayet doğal, acele etmeye hiç gerek yok.”

Nörologun verdiği listedeki testleri olmak üzere laboratuara yollanan adam, iki saat içinde neyin metaforu olmaya yatkın olduğunu öğrenecek olmanın dehşeti içinde, ölüm cezasının nasıl uygulanacağı kararını bekleyen bir mahkum gibi hissediyordu. “Neyin metaforu olmak istiyorum? Hayatımı neyin metaforu olarak sürdürmek istiyorum? Neyin metaforu? Neyin metaforu?” diye söylene söylene indi merdivenleri.

November 7, 2005

düş

düş: kurmacanın gerçeğe dokunduğu yer

November 5, 2005

November 2, 2005

pink love

düşmediğim bir düşümde uzun koridorları olan bir galeride geziyordum ve duvarlarda fotoğraflar asılıydı. fotoğrafların tozunu alma görevi benimdi, nedense. çerçevelerin önünde durduğumda aslında fotoğrafa bakmanın, o fotoğrafın şarkısını dinlemekle aynı şey olduğunu keşfediyordum: her fotoğraf bir şarkıymış ve fotoğrafa bakmakla o şarkıyı dinlemek aynı şeylermiş. bakmadığımda şarkı duyulmaz oluyor, yaklaştıkça melodiyi ve sözleri ayrımsamaya başlıyordum. şarkı fotoğrafı anlatmıyor, fotoğraf da şarkıyı anlatmıyordu, biraradalar ve bir bütünlerdi. uyandığımda adlandırdığım, adlandırınca sırrını bozduğum bir bütünlük.

bosluk

Maviye Güzelleme
Esaretsiz özgürlüğün boşluğu. Mavi. Kieslowski. Su. Mavi. Sudaki güneş parıltıları. Mavi. Sislerin örtmediği gökyüzü. Mavi. Bulutsuz sonsuz gök. Yerçekimsiz su dolu boşluk. Mavi. Seslerin mahzunluğu. Işıkların kırılması. Mavi. Yol-suzluk. Mavi. Kavşaksız meydan. Mavi. Eskimeyen zaman. Değişmeyen yüz. Aynanın kırık köşesi. Mavi. Ayakkabıda çamur birikintisi. Başka zaman-yerlerin kalıntısı. Mavi. Askıda sorular. Mavi. Seslendirilmeyen. Mavi. Kovuşturulan balık düşünceler. Mavi. İsteksizlik. Mavi. Uykusuzluk. Mavi. Beyazın göze çalanı. Mayısın gölgesi. Zamanında açmış menekşe. Atılmayan elbise. Mavi. Telefondaki içtenliksiz arkadaş sesi. Mavi. Kapalı dükkanlar. Mavi. Sigaranın dumanı. Mavi. Buzdolabının kokusu. Ense kökündeki gıdıklanma. Mavi. Sessiz nefes. Mavi. Henüz ölçülmemiş mesafe. Mavi. Güneş altındaki buz. Mavi. Ezgiden geriye kalan. Mavi. Gidilmeyecek yerin fotoğrafı. Mavi.
Hayalet
havada asılı duran bir ağaç, koskocaman, gökyüzüne uzanmış kuru dallarıyla bir hayalet. yürürken karşıma çıktığında donakaldığım, bir hilkat garibesi, bir uzaylı. tüm iğneleri kurumuş da olsa, her şeyiyle bir ağaç, gövdesi, dalları, bir şey eksik. ciddi bir şey yanlış. ağaç havada duruyor, toprağa deymiyor, kökleriyle arasında hava var, toz var, bulut var. üzerinde yeni yaralar olan gövdesi, toprağın içine uzanan köklerinden kopmuş, koparılmış, gövde tertemiz bir kesikle havada bitiyor, bitmemesi gereken bir yerde. devrilmemiş ama, yan yatmamış, yatıramamışlar. düşmemiş, yer çekimine inat eski yerinde dimdik diğerlerinin yanında, sanki bir şey olmamış, sanki bu halde yaşamını sürdürebilirmiş, rüzgarı hissedebilirmiş, kuşlara yuva olabilirmiş, her bahar yeniden yeniden dirilebilirmiş gibi. değil ama. hiç değil. yanılgı. yanılsama. mış gibi. değil. ayakları toprağa deymeksizin yürüyebilirmiş gibi. havada. asılı. var olmaya devam edebilirmiş gibi. bir hayalet olarak. değil. ormanın içinde hayalet bir ağaç.
What is a paradigm?
paradigm: his solution to a problem will be a paradigm for his new problems
The dog and the man
It was a lovely evening, a warm summer evening when the man and the dog made their way on the sweet calm path into the forest. The dog was unleashed, walking by the steps beside the man, following his moves. The man was tolerant and cool, without gestures, dipped into the tranquillity of the walking through the forest. Unaware of the dog, unaware of the sulking wet weather, unaware of the moment passing by. He was walking onto a forest of forgetfulness and mercy, of redemption and grace. The coolness of redemption. He was onto it. Just keep on walking, just think about nothing, just keep on walking until the moment comes. The dim of the forest hushed the light and the shadows were soft again. Do not think about it, whispered the leaves, not the revenge said the bushes, and not now, dear, you shall not betray cried the trees, lest you betrayed, murmured the grasses, if only, if only shouted the sky, clouded by the forest. The dog couldn’t hear anything, not the things man could hear, but the dog was not deaf. No, it was not. The dog could hear the ants walking to and from their gigantic underground world, the buzz of these labyrints of underworld. The dog could hear the squirels having a fight on food, inside a hole, a holy home built inside a trunk. The dog could hear whatever the man couldn’t hear. The dog could hear the forest. The man could hear himself. The dog could hear the wind, the man could hear the words.
the law of possible failure

it is always possible to fail,
and this is a necessary possibility

pink love